11.4 C
İstanbul
Pazar, Kasım 10, 2024

İletişim

Kanser Nedir ve Tedavisi Nasıl Uygulanır ?

Araştırmalar gerçekten endişe verici! Amerikan Kanser Derneği’nin verilerine göre:
* Günümüz Amerika’sında ölüm nedenleri içerisinde kanser 2. sırada yer alıyor.
* Yaşayan üç Amerikalıdan birisi kanser riski taşıyor.
* Beş yıl içerisinde, her 5 Amerikalı insandan ikisi kanser ris­ki taşıyacak.
Neler oluyor dersiniz? Bildiğimiz gibi kanser, normal ve sağlıklı hücrelerin, normal olmayan ve kanserli hücrelere dönerek ya­yılmasıyla meydana gelir. Peki ilk bozulma neyle başlar? Araştırmacılar yıllarca bu tetikleyiciyi bulmaya uğraşarak zamana karşı yarıştılar. Bazı araştırmalarında, çözümün ge­netik mirasta saklı olduğunu, dışsal risklerin kansere eğilim­li genleri uyararak kansere neden olduğunu öne sürdüler. Diğer yandan asbest ve dumanlı is gibi çevresel toksinler de günah keçisi seçildiler.
Özensiz bir hayat tarzımn sonucu olan serbest radikalle­rin, kanser riskini artıran temel nedenlerden biri olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda, sentetik kimyasallardan üretilen xeno-östrojenlerden (östrojeni taklit eden ya da aktivitesinde değişikliklere yol açan maddeler) östrojene (yumurtalıklar­dan salgılanan ve insanlarda ikincil cinsel karakterlerin geliş­mesini sağlayan hormon) dönüştürülen maddeler de kanser riskini artıran nedenler arasındadır. Şüphesiz, sigara başlıca akciğer kanseri sebebidir.
Şimdi bir bilimsel çalışma, kanser ve dışsal tetikleyiciler ara­sındaki bağlantı ile kanser ve yiyecekler arasındaki bağlantıyı kanıtlayacak. Hâlâ pek fazla insan, ağızlarına attıkları şeyin kan­serli tümöre neden olduğunu kabul etmek istememekte direni­yor. Anne evinde pişen yemeklere ve barbekü partilerine çok az  şüphe ile yaklaşmak için bu direnç biraz fazla belki de.
Bilimsel literetürün desteği
Amerikan Kanser Derneği’nin ortaya koyduğu kanıtların yaklaşık %30 ila 40′ı, kanser ve beslenme arasındaki ilişkiye dair sonuçlara dayanıyor. Uzağa gitmeye gerek yok, tıbbi bilgi tabanına bakarak da kanıtlarımızı onaylayan yığınla veriye ulaşabiliriz. Birkaçının üzerinde düşünmeye değer:
* “Diyet ve Kolon Kanseri” E. Giovannucci tarafından yapılan araştırmanın sonucu, 13 Aralık 1993 tarihli Cancer Researcher Weekly’nm (kanser araştırmaları yayı­nı) 21. sayfasında çıktı.
* “Hayvansal Yağa Bağlı Prostat Kanseri” (yüksek oran­da kırmızı et yiyen ve %80′i prostat kanserine yakalan­mış 47.855 erkek üzerinde yapılan araştırma), Facts on File – Gerçekler Dosyası’nm 774. sayfasında 14 Ekim 1993′te yayınlandı.
* “Rejim Faktörleri ve Çevresel Kanser Riskleri” (periyo­dik sonuçlar) 19 Temmuz 1993′te Cancer Researcher We-ekly’mn 26. sayfasmda yayınlandı.
* “Diyet Kansere Karşı” (American Cancer Society -Amerikan Kanser Derneği tarafından yapılan araştır­maya göre sebze, meyve ve tahıllar kanser vakasını azal­tıyor.) 7 Ekim 1992′de Nezv York Times’m B7. sayfasmda yayınlandı.
* “Araştırmalar kafa karıştırır ama yeşillik yemek iyidir” (Ulusal Kanser Enstitüsü ve John Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin “sebze yemenin sağlığa faydaları” konulu araştırması) VVayne Hearn imzasıyla 9 Mayıs 1994′te American Medical Neıos’in (Amerikan Tıp Ha­berleri) 20. sayfasında yayınlandı.
Canlı besinlerdeki kanser önleyici fitokimyasallar
Son zamanlarda yapılan kanser ve beslenme tartışmaları içerisinde en çok kullanılan sözcük “fitokimyasallar”dır. Fiokimyasallar, doğal gıdaların içinde bulunan ve hücrelerdeki kanser gelişimini erteleyen tamamlayıcı öğelerdir. Hop-kins Üniversitesi Tıp Fakültesi araştırmacıları yaptıkları bir deneyde, meme kanserine yol açan kanserojen tanelerde te­davi görmekte olan farelere, brokolinin içerdiği “sulforaphane” adlı kimyasaldan verdiler. Karnabahar, brüksel lahanası, şalgam ve kıvırcık lahanada da bulunan bu maddenin, farelerdeki tümör sayısını ve büyüklüğünü gözle görülür şekilde azalttığım, gelişimlerini geciktirdiğini gözlediler. Araştırma­cılar bu maddenin, kansere sebebiyet veren ajanlara karşı be­dendeki enzimlerin koruma performansını çoğaltacağını be­lirtmektedirler.
Fitokimyasallar, kanserle savaşta atılan 3-5 adımdan birini oluşturur. Minnesota Üniversitesi’nden epidemiolo-jist John Potter, “Bu adımların nerdeyse her biri kansere karşı açılmış bir savaştır,” diyor ve devam ediyor: “Sebze ve meyvelerin içinde, süreci tersine çeviren ya da hafiften bir veya birden çok bileşen vardır.”2 Şimdi bunlara bir göz atalım:
Brokoli: DNA’yi bağlayan kanserojenleri önleyen tiyosiyanat ve göğüs kanserine neden olabilecek forma gelen östrojenin, zararsız metabolitlerin içinde parçalanmasını sağlayan indo-le-3-carbinol adlı maddeleri de içerir.
Lahana: Bol miktardaki konsantre indole-3-carbinol içeriğinin haricinde, kansere karşı yaygın etkili koruma sağlayan oltipraz ve meme kanseri ile tümöre karşı kullanılan brassinin madde­lerini içerir.
Sarmısak ve soğan: Hücre içindeki kansere neden olan kim­yasalları detokside eden enzimleri uyarîan aliyi sülfürü mad­desi içerir.
Kırmızıbiber: Akciğer kanserinin tetiklendiği yer olan DNA’ya tutunan toksik molekülleri (özellikle sigaradaki) tu­tan capsaicin maddesi içerir.
Turunçgiller ve dutsu meyveler: Hücrenin üzerinde birikerek kansere neden olan hormonları engelleyen flavonoid maddesi içerirler.
Soya fasulyesi: Oksijen ve besin besleyen kılcal damarlara bağlanan minik tümörleri engelleyen genistein maddesi içerir. Bu durum, Batı’ya taşınan ve soya ürünlerinden mahrum bir beslenme şekline bağlı yaşamaya başlayan Japon erkeklerin-deki prostat kanserine tutulma oranının neden arttığını açıklayabilir.
Domates: Mideye, karaciğere ve mesaneye yönelen nitrosamine bileşenlerini engelleyen p-coumaric asit ve klorojenik asit açısından boldur. Çilek, ananas ve biber de bu asitleri içerirler.
Fitokimyasallar alanında yapılan son araştırmalar büyük bir adım olarak görülmektedir. Bu konu VVashington’da dok­torların, profesörlerin ve dünyanın her yerinden gelen araş­tırmacıların katıldığı bir konferansta masaya yatırılmıştır. Ulusal Kanser Araştırmaları Enstitüsü (National Cancer Ins-titute), fitokimyasallan bulma, izole etme ve onlarla çahşma konusunda yapılan araştırmalar için milyonlarca dolarlık bütçe ayırmaktadır. Ulusal Kanser Enstitüsü, Amerikan Kan­ser Derneği ve daha birçok tıbbi otorite de canlı ve taze sebze-meyvelerin çok önemli “kanser önleyiciler” olduğu konu­sun da aynı fikirdedir.
Kansere neden olan şeyler besinler midir?
Araştırmalar sonucunda pişmiş, kızarmış ve yüksek pro­tein içeren birçok yiyecekte kanserojen madde olduğu ortaya çıkmıştır.
Pişmiş yiyecekler: Pişirme işlemi yiyeceklerin RNA ve DNA yapılarını bozar, besleyici değerini ortadan kaldırır ve kanse­rojen madde oluşumuna neden olur. Aynı zamanda yağların yapışım bozarak serbest radikal oluşumunu sağlar.
Serbest radikaller, bir elektronunu kaybetmiş olan molekül­lerdir. Lisedeki kimya derslerini hatırlayacak olursanız, mole­küllerin her an dengede kalmak istediğini; ancak birinin bir elektron kaybettiğinde, elektriksel dengesini yeniden kur­mak için ümitsizce elektron aradığını ve bunu herhangi bir alanda bulacağı bir elektronu çalarak sağladığım da hatırlarsı­nız. Serbest radikaller bedende serbest kaldıklarında yağ, pro­tein ve hatta DNA’mn elektronlarından çalarlar. Değiştirilmiş DNA ise hücrede bir değişime (mutasyona) sebep olur ve kontrol edilemez bir şekilde çoğalır. Biz buna kanser deriz.
Beden kendisini bu serbest radikallere karşı enzimlerle sa­vunur. Enzimler, zarar görmüş hücreleri tamir eder ve ser­best radikalleri parçalayarak su ve zararsız oksijen haline ge­tirirler. Bu doğal savunma süreci, pişmiş gıda yediğimizde sekteye uğrar, çünkü yiyecekleri pişirme işlemi çok fazla serbest radikal oluşturur ve bedene giren enzim miktarım azaltır.
Kanserle savaşmak için, beden pişirme işlemi sırasında kaybolmuş olan enzimlere ihtiyaç duyar. Dünyaca ünlü Viyanalı Dr. Warba, kanser tedavisinde enzimlerin yeni bir yak­laşım olduğunu söylemektedir. Kanser hücrelerinin tedavisi­ni etkileyen 2 temel faktör vardır: kişinin bağışıklık sisteminin savunma gücü ve kanser hücrelerinin öldürücülüğü. Canlı besinlerdeki enzimler bu iki faktörü hedef alır. Kanserli hüc­renin öldürücü gücünü düşürerek, bedenin savunma meka­nizmasını güçlendirirler. Dr. Warba, enzimlerin hücre zarını hafifletip hücrenin yüzeyini geçirgenleştirerek, dışarıdan destek almaya açık hale getirdiğini ve bağışıklık sistemini güçlendirdiğini, ayrıca tümörlü hücrelerin inatçılığını kırdı­ğım belirtmektedir.
Bedenimizde, habis tümör oluşumuna sebebiyet veren hücre değişimlerini önleyen enzimlerin yanısıra bu amaçlı bazı genler de bulunmaktadır. Jefferson Kanser Enstitüsü Mikrobiyoloji ve Bağışıklık Departmanı’nda (Department of Microbiology and Immunology Jefferson Cancer Institute) çalışan araştırmacılar, kolon kanserinin öncüsü olan bağır­sakta, polip büyümesi sorununu önleyen bir enzime sahip genden bahsetmektedirler. Araştırmacı Linda Siracusa, yağ­ların bağırsaklara uzanan zararlı etkilerini önlemek üzere en­zimlerin yağ metabolizmasında çok önemli bir rol oynadığı­nı söylemektedir. Enzimlerin yardımcı olabileceği bir başka  durum da, yağlı gıdalar tüketmekten kaynaklanan bazı bak­terileri bedenden atmasıdır. Kısacası enzimler normal olma­yan hücreleri doğrudan doğruya bedenden atma işini üstle­nirler.
Hangi mekanizma olursa olsun, iyi çalışan enzimler kan­seri önleyebilir.
Pişmiş yiyeceklerin tehlikeleriyle ilgili olarak Amerikan Kanser Derneği’nin son tanımlamaları şöyle: “Son araştırma­lar gösteriyor ki, büyük ısıda pişirilmiş hayvansal gıdalar, hayvanlarda bulunan ve kansere neden olan çeşitli maddele­rin oranını artırıyor, ayrıca sağlam ve yerleşik DNA yapısını bozuyor.”5 Kansere bir açıklama getirirken, onun toksik olu­şumu göz önünde bulundurulduğunda, 1990′da Ulusal Kan­ser Enstitüsü’nden. Dr. Richard Adamson tarafından yürütülen çalışmalar açıklayıcı niteliktedir. Yüksek ısıda pişirilmiş et, balık ve kümes hayvanlarında, çok miktarda heterosiklik aromatik aminler (HAA) olarak bilinen, mutajen (mutasyon oluşturabilen kimyasal ya da fiziksel etken) potansiyel oldu­ğunu görüldü. Bu HAA’lar, Adamson’un çalışmaları arasında  gördüğü en güçlü olanlardı ve bunların çok az miktarı bi­le DNA’da önemli hasarlar yaratabiliyordu.6 (Mutajenler kanserojendir demek doğru olur.)
Kaliforniya’daki Lavvrence Livermore Ulusal Laboratuvarları’nda yapılan yeni araştırmalara göre, bu kadar şaşırtıcı so­nuçlan olan tek şey, yüksek ısıda pişirilmiş et değildir. Laboratuvarda çalışan bilim adamı Mark Knize ve araştırma takımı ekmek, pirinç, yumurta, tofu ve glüten içeren sebzeli hamur iş­leri gibi çeşitli besinlerin farklı pişirilme teknikleri ve bunların sonuçlan üzerine çalıştılar, insan metabolizmasının bir ona benzer yaparak pişirdikleri yiyecekleri denediler ve pişirilmiş her yiyecekte mutajene rastladılar. Neredeyse her yiyecek, pişiril­diği ısının yüksekliği oranında mutajen içeriyordu.
Protein: Kamu Yararına Çalışan Bilim Merkezi’nin (The Cen-ter for Science in the Public Interest) raporuna göre, ortalama bir Amerikalı, her gün ortalama 150 gram protein alıyor. As­lında sadece bunun bir kısmına ihtiyacımız var. Peki geri ka­lanı nereye gidiyor? Beden proteini depolayamaz. Besin deposu olan kan ve hücreler, fazla protein karşısında lenfatik sis­temle fazlalıkları atmaya kalkışır. Ancak lenfler, altından kal­kamayacakları kadar yük altına girdiklerinde, protein “tuzak”ları (tümörler) oluşur ve bu da organ ve dokuların geri kalanını korumak için lenfleri sımsıkı kapar. Nobel ödüllü Dr. Otto VVarburg’un gösterdiği gibi, oksijen ikmali %30 ora­nında azaldığında, bu kapanmış hücreler zararlı kanser hüc­releri haline gelebilir.
Sağlıklı normal hücrelerin tersine, kanser hücreleri üre-mek için oksijene gerek duymaz. Kanserli hücreler bir bakı­ma bedeni çok protein zehirlemesinden korumak için atık tüketirler. Ancak bu hayati taktik, kontrol edilemeyen ölüm­cül kansere neden olabilir.
Ne yazık ki, bizim işlenmiş ve pişirilmiş yiyeceklerimiz ölüdür ve hücrelerin ihtiyacı olan oksijenden yoktur. Bel­li ki bu yoksunluk, hücreleri mutasyon ve kötülüğe maruz bı­rakır. Canlı besinler yalnızca az protein içermekle kalmaz; ay­nı zamanda alkali de barındırır. Beden fazla proteini atmaya uğraşırken, alkali gıdalar asidik ve toksik nitrojen birikimini nötralize etmeye yararlar.
Hipokrat Sağlık Programı’nın ana unsuru olan çimlenmiş buğday, Dr. Pnina Bar-Sella’ya göre kanserle savaş açısından doğruluğu kanıtlanmış canlı besinlere iyi bir örnektir. 1995′te, buğday çimi özünde bulunan klorofildeki antimutajenik aktiviteler üzerine yaptığı çalışması şu sonuçları göste­riyor: “Buğday özünde saptanan klorofil, metabolik aktivasyon için gereken kanserojenlerin mutajenik etkilerine engel olan aktif ana faktördür. Bulgular, eşdeğer ticari bileşimler üzerinde de test edilmiştir.”
Beslenme ve kanser üzerine bir başka araştırma da, 1994′te Oregon Bilim ve Tıp Enstitüsü’nden (Oregon Institu-te of Science and Medicine) Arthur B. Robinson tarafından, fareler üzerinde yapılmıştır. Araştırma, protein eksikliğinin kanserli hücrelerinin artmasını önleyen ana faktör olduğu yönündedir. “Kısacası görülüyor ki, düşük proteinli yaş sebze ve meyvelerle beslenme, kanserin büyüme oranını düşüren en ana faktördür.”
Kanser ve beslenme arasındaki bu ilişki üzerinde çalışan birçok doktor kendi beslenme alışkanlığım değiştirmiştir. New Jersey’deki Lawrenceville Kanser Korunma Merkezi (Protective Cancer Center in Lavvrenceville) yöneticisi Dr. Charles Simone, kanser ve beslenme arasındaki bağlantıyı araştırmaya 1983′te başlamış ve o tarihten beri ağzına tek bir lokma hamburger ve pizza koymamış, ailesini de bu beslen­me tarzına ikna etmiştir. “Benim çocuklarımı kesinlikle  hamburger, dondurma ya da kekle kandıramazsınız,” diyerek övünmek­tedir.
Göğüs kanseri
Hayvansal ve oksijen yoksunu pişirilmiş gıdalara daya­nan beslenme tarzlarının, kanser riskini önemli ölçüde artır­dığı açıktır. Bu özellikle dünya üzerinde yüzlerce, binlerce kadının muztarip olduğu göğüs kanseri ile beslenme şekli arasındaki bağlantıda açıkça görülebilir. (Bugün sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl 182.000 kadm göğüs kanserine yakalanıyor.) Doğrusu, ülkelerin hayvansal gıda tüketimi ile göğüs kanseri oranı arasmda doğrudan bağlantı kurulabilir. Çünkü yağ dokuları, östrojeni çeker. Göğüs kan­serinden kaçınmak için harika bir gelişme, öyle değil mi? Se­çim, ağzımıza ne koyduğumuza dayanıyor. (Kanser – beslen­me ilişkisinden, erkekler de payını alıyor. Hayvansal gıdalar, prostat dokusunu uyaran androjen adlı erkeklik hormonuna dönüşüyor. Androjenin onyıllar boyunca prostat dokusuna akması sonucunda, bu bez genişleyip kanserli hale geliyor.)
Kanser ve hayvansal yağlar arasındaki ilişkiye yönelik ye­ni çalışmalar belli başlı tarımsal ilaçlarda, haplarda, yakıtlar­da ve plastikte bulunan sentetik ve hormon taklidi bileşimle­re (xeno-östrojen ya da yabancı östrojen olarak adlandırılır) işaret ediyor. New York’taki Strang-Cornell Kanser Araştır­maları Laboratuvarı’nda (Strang-Cornell Cancer Research Laboratory) çalışan araştırmacılardan Devra Davis ve H. Leon Bradlovv, xeno-östrojenlere maruz kalmanın, geçen yıllar­da değişik  ülkelerdeki göğüs kanserine yakalanan kişi sayısındaki artışı açıklayabileceğini belirtiyorlar. Bunun haricinde, bile­şimlerin erkeklerde giderek yaygınlaşan üreme bozuklukları alanını genişleteceğine inanmaktalar. Bilhassa testis kanseri, inmemiş testis (kriptorşidik testis), idrar yolu bozukluğu ve sperm eksikliği gibi.
Bedenimizdeki hücreler, iyi ve kötü dışsal uyarılara reak­siyon gösterirler. Yağ, kimyasal koruyucu, katkı maddesi ve tarım ilacı yüklü yiyecekler yediğimizde, hücrelerimizin ölümcül tümör transformasyonuna katkıda bulunmuş olu­ruz.
Birazdan okuyacağınız çarpıcı hikâye, ölümcül göğüs kanserine karşı verilen tam bir cesaret örneğidir. Şimdi söyleyeceğim gerçek olay, yüzlerce inanılmaz hikâyeden sadece bi­ridir.
Göğüs Kanseri: Bir Sağlık Yolculuğu
Sağlık problemlerim 1988 yılı Mayıs’ında başladı. Kendi­mi iyi hissediyordum ancak bir sabah uyandığımda, göğ­sümde içten gelen bir kaşıntı hissettim. Kaşırken, orada kü­çük bir top olduğunu fark ettim. Hemen doktorumu arayıp aynı gün içinde bir randevu aldım. Daha evvel bedenimde de­falarca iyi huylu kist oluşmuş ve Nevv York’taki doktoruma enjeksiyonla aldırmıştım. Chicago’ya yeni taşınmıştım. Daha yeni gitmeye başladığım doktorum, benden mamogram çek­tirmemi istedi.
Teknisyenler durmadan filmimi çekiyor, bir hemşire de ters ters bana bakıyordu. Bir sorun olup olmadığını sordu ğumda, radyolog bana söyleyemeyeceğini fakat bu mamog-ramı yıllar önce çektirmiş olmam gerektiğini söyledi. Bu he­nüz hikâyenin başlangıcıydı.
New York’taki doktoruma gitmeye karar verdiğimde, Chicago’daki doktorum bana üzerinde “kişiye özel” yazan kapalı bir zarf verdi. Ama ben dayanamayıp zarfı açtım ve yeni doktorumun, göğsümde rastlanan kütlenin kanserli ol­duğunu yazdığını gördüm.
New York’taki doktorum, yeni bir mamogram çektirmem gerektiğini söyledi. İlk çekilenin yanlış olma olasılığını düşü­nerek yenisini çektirdim. Doktorum, göğsümden parça alıp test edilmesi için laboratuvara gönderdi. Sonuç pozitifiti, doktorum bu kez de biyopsi yaptırmam gerektiğini söyledi.
Chicago’ya dönerek, bana daha önce biyopsi yapan Chica­go Üniversitesi’ndeki güvendiğim doktoruma tekrar gittim. Birkaç gün sonrasında, bana son sözünü söyledi. Parça kanserliy­di. “İyi huylu karsinoma” adı verilen bir hastalığım vardı.
Doktorum, göğüs ameliyatı olmam gerektiğini söyledi. Üçüncü bir görüş almak için başka bir uzman doktora gittim, ama hepsi aynı şeyi söylüyordu. Hatta, Northwestern Üni-versitesi’nde çalışan bir uzman, oraya ikinci kez gidişimde, kanserin göğüsümün tamamına nüfuz ettiğini ve her iki göğ­sümün birden alınması gerekebileceğini söyledi. Bir de tekrardan yapılandırıcı plastik cerrahi önerdi.
Mayıs ayının ilk iki haftası içinde göğsümdeki kütleyi fark etmiş ve biyopsi olmuştum. Bir hafta ardından  ameliyat olma planım yapılmıştı.
Bana, büyümekte olan kütlenin hava alacak şekilde bıra­kıldığında, çok hızlı bir şekilde büyüyeceğini söylediler (o nedenle biyopsinin hemen ardından ameliyat etmek istiyor­lardı). Doğruydu da. Bezelye büyüklüğünde olan şey, neredeyse yum­ruğum kadar olmuştu.
İşte o zaman farklı bir alternatif aramaya başladım. Dün­yanın her tarafını aradım. Alternatif yollarla kanseri yenmiş, ameliyata pek razı olmamış insanlarla ilişki kurmaya uğraştım . Ne yazık ki göğüs kanserini ameliyat olmadan yenmiş tek bir kişi bile bulamadım. Sonrasında ise öncü olmaya ka­rar verdim.
Sonunda, ameliyat gününden birkaç gün önce Florida VVest Palm Beach’te bulunan Hipokrat Enstitüsü’nü buldum. Aradım ve hemen gelmek istediğimi söyledim. Kafamda her şeyi planlamıştım.
O sıralarda, ameliyatımda bol şans dilemek için eşim dos­tum beni arıyordu. Onlara kararımı açıkladığımda hepsi şoke oldular. “Ne yapıyorsun sen?” diye bağırdılar ve hepsi be­nim intihara kalkıştığıma emindi. Tek istediğim Chicago dı­şına çıkıp programa hemen başlamaktı. İşte o anda iyileşme­ye başladım.
Hipokrat’ta beş hafta kaldım, çünkü programın tamamını öğrenmek istiyordum. Ama kısa zamanda, beş haftanın bile kovanın içinde sadece bir damlacık su kadar yetersiz oduğunu anladım. Gerçekten hastaydım. Bedenimdeki toksinlerle birlikte stresi de atıyordum. Güçlüydüm de. İlk 40 gün için­de tümör küçülmeye başladı. Enstitüden ayrılıp eve gidiyor­dum. Çok uzun zaman geçmişti ve kendime gelmem kade­meli ilerleyen bir sürece yayılmıştı. Beş ay sonra Hipokrat’ı tekrar ziyaret ettim. Altı ay içinde tümör tamamen yok ol­muştu.
Zamanla daha iyi hissetmeye başladım. Haftada birkaç sa­at güzel zaman geçirecektim. Sonra haftada bir gün kendimi normal hissedecek ve sonunda çoğu zaman iyi olup çok az zaman kötü olacaktım.
Kanserden kurtulmanın yanı sıra, Hipokrat Progra­mı’ndan çok önemli bir şey daha öğrendim. Enerji seviyem şimdi çok daha yüksek. Cildim hızla yenilendi, saçlarım ne­redeyse eskisinin iki katı gür, tırnaklarım daha güçlü ve teni­min rengi çok daha iyi. Programa ve ilk ziyaretimden sonra geriye kalan kansersiz yıllarıma büyük bir inançla devam ediyorum.

Benzer İçerikler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medya

17,204BeğenenlerBeğen
3,912TakipçilerTakip Et
13,900AboneAbone Ol
- Advertisement -spot_img

Son Yazılalar