II. Abdülhamid (Doğum 21 Eylül 1842, İstanbul Ölüm 10 Şubat 1918, İstanbul), Osmanlı padişahı (1876-1909). Bunalımlı bir dönemde Batı’ya karşı dengeci, Doğu’ya karşı İslamcı politikalar izlemiş, ülke içinde mutlakiyet yönetimini güçlendirmiştir. Abdülmecid’in oğludur. Annesi Tirimüjgan Kadın’dır. Sarayda geleneksel bir eğitim gördü. Abdülaziz’in yerine tahta geçirilen V. Murad’ın hastalığının artması üzerine, Rüştü ve Midhat paşalar, meşrutiyet ve özgürlük yanlısı görünen veliaht Abdülhamid Efendi’nin tahta çıkmasına ön ayak oldular. 31 Ağustos 1876’da II. Abdülhamid’in padişahlığı ilan edildi. Tahta çıktığında, Osmanlı Devleti büyük bir bunalım içindeydi. Mali sıkıntı dayanılmaz boyutlara varmış, yeni bir güçler dengesinin arayışı içindeki Avrupa’nın değişik başkentlerinden kaynaklanan baskılar artmıştı. Başkent ıstanbul’da ise tam bir kargaşa hüküm sürmekteydi. Aydınlar ve siyaset çevreleri meşruti bir düzene geçilmesiyle Avrupa’nın diplomatik baskısının hafifleyeceği inancındaydılar. Ayrıca devlet yapısının belli ilke ve kurallara bağlanması ve temsili katılımla devletin sağlam bir toplumsal temele dayandınlması gerekli görülüyordu. II. Abdülhamid daha önce verdiği sözü tutarak, 23 Aralık 1876’da Kanun-ı Esasi’yi ilan etti. Böylece i. Meşrutiyet dönemi açılmış oldu. Kanun-ı Esasi’de, yönetim örgütünün çalışma ilkeleri, yargı organlarının bağımsızlığı ve temel insan hakları güvenceye bağlanmakla birlikte, egemenliğin tek kaynağı olarak gene padişah gösterilmekteydi. İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı, 19 Mart 28 Haziran 1877 ve 31 Aralık 1877 14 Şubat 1878 aralıklarında olmak üzere iki dönem toplandı. Ülkenin her yanından gelen mebuslar, devlet yönetimini eleştirrnekterı kaçınmadılar. Eleştirilerin iyice sertleştiği ikinci dönemde, padişahı hedef alan konuşmalar bile yapıldı.
Kanun-ı Esasi’nin ilan edildiği gün, Paris Antlaşması’nda imzası bulunan devletlerin elçilerinin katıldığı Istanbul (Tersane) Konferansı toplandı. Batılı devletlerin, Balkanlar konusunda Osmanlılardan istediği ödünler reddedilince konferans dağıldı. Aynı tarihlerde Osmanlı Devleti’ne savaş açmaya niyetlenen Rusya’ya engelolmak amacıyla Londra’da toplanan konferansta bazı kararlar alınmıştı. Ingiltere, Osmanlıları ödün vermeye zorlayan bildirgelere imza koymakla birlikte, savaş çıkarsa mali destek sağlayacağını belirtiyordu. Rus önerileri kabul edilmeyince, Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. 24 Nisan 1877’de Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. On ay kıyasıya süren savaşta, Osmanlılar hiç yardım görmedi. Çarlık ordusu Romenler, Bulgarlar, Sırplar ye Karadağlılarla birleşerek Tuna’yı aştı ve Istanbul önlerine kadar geldi. Bu durum karşısında barış isteyen II. Abdülhamid, yenilgiden sorumlu saydığı Meclis-i Mebusan’ı Şubat 1878’de süresiz kapatarak yönetime tek başına egemen oldu. 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Karadağ, Sırbistan ve Romanya’ya tam bağımsızlık veriliyor; Makedonya’yı da içine alan bir Bulgaristan Devleti kabul ediliyor; özerk BosnaHersek ile Girit’e ve Ermenilerin bulunduğu vilayetlere ayrıcalıklar tanınıyor; Doğu Anadolu, Kars, Ardahan, Batum, Doğubeyazıt ve delaylan Rusya’ya bırakılıyordu. Bu arada İngiltere, işgal ettiği Kıbrıs Adasının kendi kullanımına verilmesini öngören bir antlaşmayı Osmanlılara imzalatmayı başardı (4 Haziran 1878). İngiltere, Paris Antlaşması’na uymadığı gerekçesiyle Ayastefanos Antlaşması’na da karşı çıktı. Avusturya ve Almanya’nın aracılığıyla 13 Haziran-13 Temmuz 1878 arasında toplanan Berlin Konferansı’nda Makedonya ve Batı Trakya Osmanlı Devleti’ne bırakıldı. Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlığı onaylandı. Ruslar Kars, Ardahan, Batum, Besarabya ile Tuna ağzını aldılar. Osmanlıların denetiminde Hıristiyan bir valinin yöneteceği özerk Doğu Rumeli vilayeti kuruldu.
II. Abdülhamid, dış siyasette uzlaşmacı bi-r tutum izlemesine karşılık, .ülke yönetiminde sert bir politika uyguladı. Ilkin Abdülaziz’in intihar etmeyip öldürüldüğü ileri sürülerek, Yıldız Sarayı’ndaki Malta Köşkü’nde özel bir mahkeme kuruldu. Midhat, Mahmud ve Nuri paşalar cinayeti düzenlemekle suçlanıp yargılandılar. Ulke Yıldız Sarayı’ndan yönetilirken, dış felaketler de .birbirini izledi. Fransızlar Tunus’u (1881), ıngilizler Mısır’ı (1882), Bulgarlar Doğu Trakya’yı (1885) işgal etti. Imparatorluk siyasal bağımsızlığına gölge düşüren yaptırımlarla yarı sömürge durumuna getirildi. Devletin toparlanabilmesi için zamana gerek olduğuna inanan Abdülhamid, bazı ödünler pahasına, ağır bir yük oluşturan savaşlardan kaçınma yoluna gitti. Osmanlı Devleti’nin varlığı için en büyük tehlike olarak gördüğü Ingiltere’ye karşı Rusya ile dostluk kurmaya yöneldi. Bir yandan da Almanya’ya yanaştı ve Fransa’nın tepkisini çekmemeye özen gösterdi. Bu güçlerin desteğiyle ve ince hesaplara dayanan bir denge politikası izleyerek İngiltere’nin etkisini kırmaya çalıştı.
Abdülhamid ekonomik alanda dış borçları temizlerneye öncelik verdi. Tahta geçtiğirıde, 1854-74 arasında alınmış dış borçların. vadesi dolan yıllık anapara ve faiz ödemeleri devletin olağan gelirlerinin yarısını aşıyordu. 20 Aralık 1881’deld Muharrem Kararnamesi ile alacaklı ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyun-ı Umumiye’yi kurma ayrıcalığı verildi. Düyun-ı Umurniye ile yapılan ilk anlaşmada, Abdülhamid dış baskı aracı olan ağır borç yükünden bir an önce kurtularak devlete mali saygınlık kazandırmayı amaçlıyordu. Ama Osmanlı Devleti’nin Avrupa piyasasındaki görüntüsü düzelirken, anlaşmadaki bazı hükümler yüzünden borç senetlerindeki değer artışı Düyun-ı Umumiye’nin işine yaradı. Bu arada sürekli yeni borçlanmalara gidildi. Devlet gelirlerinin yaklaşık yüzde 30’u borçların ve faizlerin ödenmesine ayrıldığı halde borçlar temizlenemedi. Gene de alınan borçlardan çok daha fazlası ödendi. Tanzimat borçları büyük ölçüde hafifletilebildi. Ancak borçlanmalara karşılık yeraltı ve yerüstü kaynaklarının işletme hakları Ingiliz, Fransız, Alman şirket ve bankalarına bırakıldı. Osmanlı Bankası’na geniş yetkiler tanınarak, devlet maliyesinin yabancı uzmanlarca denetlenmesine olanak tanıyan kararlar alındı. Öte yandan dünyadaki genel ekonomik bunalımın ve kapitülasyonların da etkisiyle tarımsal üretim düştü, yatırımlar durdu, devlet gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan tarımsal vergilerin toplanması aksadı. Çözüm olarak “imtiyaz usulü”ne, yani belli bir projeyi süreli bir işletme tekeli karşılığında ihale etme yöntemine başvuruldu. Bu yöntemle çeşitli yörelerde yeni yatırımlar yapıldı. 1900’den sonra dünya bunalımı atlatılarak tarımsal ürün fiyatlarının tırmanışa geçmesiyle birlikte, üretim ve dışsatırnda önemli artışlar sağlandı. Ama ihalelerdeki devlet payının sınırlılığı bir “imtiyaz borsası” doğurdu. Büyük rüşvet ve yolsuzluk ağları kuruldu. Aynı uyruklu şirketlerin imtiyazlarını belli bölgelerde toplamaya çalışması, ülkenin yabancı devletler arasında ekonomik nüfuz bölgeleri biçiminde paylaşılmasına yol açtı. Aynı yıllarda Alman tekelleriyle İngiliz-Fransız sermayesi arasındaki savaşim demiryolu yapımı alanına kaydı ye Deutsche Bank’ın zaferiyle sonuçlandı. İslam dünyasıyla bağları güçlendirmeyi temel bir siyaset haline getiren Abdülhamid, Almanya’dan .aldığı mali destek le 1888’de Haydarpaşa-ızmit Demiryolu hattını Ankara’ya kadar uzatmaya girişti. 1902’de bir Alman tekeline Ankara’yı Bağdat’a bağlayacak bir hat yapımı için büyük ayrıcalıklar verdi. Ama mali ve teknik güçlükler yüzünden bu proje çok yavaş ilerledi. Abdülhamid, dış tehlikeler karşısında devletin doğal dayanağı olarak gördüğü Müslüman tebaya öncelik verme siyasetini benimsedi. En deneyimli yöneticileri başta Anadolu ve Suriye olmak üzere Müslümanların çoğunlukta olduğu vilayetlere gönderdi. Müslüman unsurun desteğini pekiştirrnek için tarikatları da kullandı. Nüfuzlu taşra ailelerinin ve aşiret önderlerinin desteğini de kazanmaya çalıştı. Halifelik kurumundan yararlanarak panislamist ideolojiyi yaymaya çalıştı. Hıristiyan azınlıklara karşı sert önlemler alırken, Siyonistlerin Filistin’de bir devlet kurınak için yaptığı toprak satın alma önerilerini geri çevirdi. Abdülhamid, dine verdiği öneme karşın, kendi gelirleriyle ayakta duramayan medreselerin bozularak yeni yöntemlerle eğitim veren okullara dönüştürülmesine ön ayak oldu. Genişleyen kamu kesiminde çalışacak nitelikli uzman-memur yetiştirmek üzere yüksek düzeyli meslek okulları açtı. Bu okullara temeloluşturmak ve gençlerin kurulu düzene uygun biçimde yetiştirilmesini sağlamak için de ilk ve ortaöğretime ağırlık verdi. Koyu bir sansür uyguladığı halde, yayın çalışmalarını desteklediği için kitap, dergi ve gazete sayısında büyük artış oldu. Abdülhamid’in mutlakiyetçi yönetimine karşı en güçü muhalefet, onun kurduğu okulların öğrencileri ve mezunları arasında oluştu. Devletin işleyişindeki aksaklıklardan doğrudan etkilenen genç memurlar ve subaylar arasında tepkiler yoğunlaştı. Abdülhamid 1878’de kendisini tahttan indirip yerine V. Murad’ı çıkarmak için girişilen Ali Suavi Olayı’nı önledikten sonra, baskılarını daha da şiddetlendirdi, Ulke içinde geniş bir hafiye örgütü kuruldu, meşrutiyet yanlısı aydınlar sürgüne gönderildi ya da Avrupa’ya kaçtı. Hoşnutsuzluk giderek arttı ve Abdülaziz döneminde filizlenen Jön Türk hareketi, 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüştü. 1900’e varıldığında, Abdülhamid döneminin çelişkileri iyiden iyiye derinleşmişti. Ekonomik önlemlerin meyvesi alınmaya başlandıysa da, bundan ‘en çok yararlanan Batılılar ve onların iş ortakları oldu. Bu dönemde ellerinde toprak ve para birikimi oluşan eşraf da giderek muhalefetin sesine kulak vermeye başladı. Ote yandan i. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı o yıllarda, büyük Avrupa devletleri arasında gelişmeye yüz tutan katı bloklaşmalar da Abdülhamid’in dengeci dış .siyasetini geçersiz kıldı. Giderek güçlenen ıttihat ve Terakid Cemiyeti’nin baskısıyla II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koydu, II. Meşrutiyet ilan edildi. Ancak artan huzursuzluklar ve kışkırtmalar sonunda 31 Mart Olayı patlak verdi (Rumi 31 Mart 1325 13 Nisan 1909). Selanik’te kurulan Hareket Ordusu 23/24 Nisan gecesi İstanbul’a girmeyi başardı ve ayaklanmayı bastırdı. II. Abdülhamid ayaklanmayla ilgisi olduğu gerekçesiyle 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi ve Selanik’e gönderildi. 1912’de Istanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi ve orada öldü.